Gözlediğim ve saptadığım her kimselerde bakıp ta gördüklerimde var yalan.. Ne yazıktır ki bazıları “yalanla yoğrulmuş” sözünü doğruluyor. Bir büyüğüm derdi: “Yalan söylemeden duramaz bunlar”. Gerçekte doğruyu söylerdi de o işaret ettiklerine ben anlayamazdım. Zaman geçtikçe, hayat öğretilerini öğrenince, günümü görünce; “Hanya’yı Konya’yı” anladım… uyandım işe… Peki, kimdi onlar? O görmüş geçirmiş büyüğümün yakın ve uzak çevresinden gördüğü kimselerdi. Tespiti kendindeydi ve o büyüğüm sosyolog değildi ama görmüş geçirmişliğiyle toplumu çözmüştü.
Bilimsel açıdan da yalancılık adına “MİTOMANİ Hastalığı” denilen psikolojik bir rahatsızlıktır. Kişiler dikkat çekmek ve odak noktası olmak için ufak tefek yalanlarla karşısına kim gelmişse onu kandırmaya başlarken uydurduğu yalanlara kendisi de inanmaya başlar. Biz çocukken ağzımıza doladığımız bir tekerleme düştü aklıma. İşte o tekerleme: “Portakalı soydum başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum… dum- dum-dum… duma- duma- dum!” derdik kendimize ve arkadaşlarımıza. Bilinç dışımızdan gelenler mi biz çocukları görünen o çocuk naifliğinde eğlendirirken düşündürürdü. Yalanın kötü bir şey olduğunu keşfetmiştik olmalıydık ki, tekerlemelerle bunu dile getirirdik. Hatta ve katta bu sayede; dünyayı değiştirebileceğimizi alt beleğimizden gelenle hayata geçirmek için çocukça ama tertemiz duygularla sığınırdık tekerlemelere.
Herkesin bellediği yalancı tipler vardır mutlaka. Bendenizin de var hatta ‘yalana şerbetli’ olanları ‘şıp’ diye bilebiliyorum. Güya arkadaşım olan aslında tanıdığım bir kadın biz henüz çocuk sayılacak yaşlardayken yalanlarla başlıyordu hayatına ve biz o günkü o çocuğun yalanlarını yemiyorduk öbür çocuklar olarak. Yüzüne “yalancısın sen” demiyorduk ama kahkahalarla gülüyorduk o yalancının haline. Ortaokul yıllarındaydık ve ders bitimi teneffüs aralarında tüm kızlar toplanır aramızda konuşurduk. Her kız çocuğu ortaya bir konu atar, kendinde olanı veya olamayanı paylaşırdı. Tüm ergenlerin o günkü konusu bizim evde şu var, bizim evde bu var muhabbetiydi o yıllarda ve o günkü konumuz yine sizin evde bu var mı?: “Bizim evde buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon var” derdik hep beraber. Oysa bazılarımızda şimdiki temel ihtiyaçlarımızdan yoktu o zaman diliminde. Hayata yeni başlayan biz ergen kızların çoğunun evlerinde buzdolabı yerine tel dolabı vardı. O zamanlar yeni kurulan adına “gecekondu” denilen evlerde yaşıyorlardı çünkü. Su elektrik o kesimde bazı evlere bağlanmamıştı ve ‘gaz lambasıyla’ idare ediyordu orada yaşayanlar. O yalana bulaşmış ergen kız, işte o gün “Bizim evde de son marka buzdolabı var…” dedi. Ve hemen atladım o yalancının yalanına ben. Bendeki ben için değil bu ben… Yalanını yakaladığım yalancıya; yalanını yutturamazsın bize” demek içindi ve “ Sizin evde elektrik yok ki!” dedim. Karşı atakla yalancı kendine savunmaya geçti ve “Bizim buzdolabı pille çalışıyor ”dedi. Yalanına kılıf hazırlamıştı ve pille çalışan buzdolabı da yoktu! Tüm kızlar güldük ve yıllar sonrasında toplandığımızda hep o pille çalışan buzdolabının olamayan varlığına güler, hatırlarız yalancılığını bellediğimiz o ergenlik yalancısını. Gelgelelim çocuktuk o zaman ve belli ki kız utanıyordu halinden, ama utanmanın fakirlik yok yoksulluk olamayacağını öğretememişlerdi ona ki kocaman kadın olduğunda da aynı yalanlarını sürdürdü. Üstelik bir kitabımda anlattığım silsilemle ilgili bir hikâyeyi kitabımdan okumuş ezberlemiş ve benim hikâyemi, kendi aile soy hikâyesi gibi bana anlatınca “kafama dank etti!” İşte o zaman anladım ki, ‘insan yedisinde neyse yetmişinde de o oluyor. Bazı huylar genetik kodlardan geliyor gerçeği ile tümeller (değişmezler) Sokrates’in savını doğruluyor. Ve her daim yalancının mumu ‘yassıya kadar yanıyor’ ve püf diye de sönüyor.
Haddizatında bir yalancı değil çok yalancı var ortalıkta dolaşan. O zavallı yalancı zavallılığının farkında mı bilmem ama yalan dünyada yalanlarıyla yaşamaya alışmış olmalı ki kuyruklu yalanlarını sıralar durur gözünü kestirdiği kimseye. Onda olmayanları olmuş gibi olduran, kendi kimliğinden utanan, olmak istediklerini sıralayan, sizi kandıran aslında kendini kandırıyor da haberi yok. Ne diyelim şimdi biz bu işe?
Allah şifa versin ve bizden uzak olsun…
Gelgelelim yalancılık bilimsel gerçeklikte bir hastalıktır. Küçük yalanlarla başlayıp büyük yalanlara giden kimseler için acil tedavi edilmesi gereken bir hastalık. Bize zararı var mı o yalancının? Var diye düşünüyorum. O yalanına devam ederken, aklımla alay etmesine izin veren ben, bana kızıyorum çünkü. Sırf terbiyemden ses etmiyorken ona; bu sefer de kendimle çelişiyorum ve o vakitte kendime saygımda kusur ediyorum. Zira yalancıları dinlemek istemiyorum.
“Pembe yalanlar” dediğimiz yalanlar da vardır hayatın içinde. Mecbur kalmadıkça pembe de olsa yalan söylemek vicdanı rahatsız eder mutlaka. Mamafih vicdanını rafa kaldırmış insan yalandan kurduğu dünyasında vicdandan nasiplenmeden yaşar giderlerken zarar da verir. Yalancılığı yaşam biçimi edinmiş kimseler yalanlarıyla kandırdığı insanlara her türlü kötülüğü yapabiliyorken ailelerin dağılmasına bile vesile olabilir. İşte bu noktada yalancının akrabası ‘iftiracı’ devreye girer ve bu ikili yalan ve iftiralarıyla mahveder bazı hayatları. Karı-koca arasını bulmak için yalan söylenebilir mi? Pembe yalan ev ve aile mevzubahis ise söylenebilir belki. Yalan ve iftira aynı familyadan türemiş bir tür haset bileşeni çıkarımların gölgesinde ve yalan söyleyen iftira da atabiliyor kolaylıkla. Yalancı kişinin ‘meşrebi’ ile orantılı olan görüngüde olan yalan ne yazıktır ki ev yıkıyor, çoluk çocuk demeden yalancının oyununa düşebiliyor.
Biz yine çocukluğumuzdaki gibi “Yalancı yalancı sana kimse inanmaz, yalancı yalancı… Sözüne kimse kanmaz…” diyelim ki kendimizi kişiliğimizi ve dürüst kalma çabasındaki tüm insanları koruyalım.
YORUMLAR